Hz. Yusuf’un kuyuya atılması misali Âşıklar Bayramı’ndaki Yusuf da, yirmi beş yıllık bir boşluğa bırakılır. Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılmışken; ceza avukatı Yusuf ise, öz babası tarafından sebebini asla öğrenemeyeceği bir yalnızlığa itilmiştir. Heves Ali ismindeki babası ünlü bir halk aşığıdır ve köy köy gezdiği için ihmal ettiği ailesini bir gün terk edip gidecektir. Artık Kırşehir’de ceza avukatlığı yapan Yusuf, 39 yaşında koskoca bir adamdır; ancak, babasının onda bıraktığı boşluk onca yılın ardından hiçbir şeyle dolamamıştır.
Heves Ali tam yirmi beş yıl sonra oğlunun karşısına çat kapı çıkıverir. Yusuf, babasını karşısında görünce öfkeyle karışık heyecanlanır. Ne yapacağını, ne edeceğini bilemez. Kelimeler birbirine girer, elini kolunu bir yerlere koyamaz. Heves Ali hastadır. Kemiklerine kadar ilişmiş bir hastalığın esiri olmuştur. Hatta sonradan da öğreniriz ki o gerçek anlamda kefeniyle yolculuğa çıkmıştır. Tedaviden umudunu kesince kaldığı son hastaneden de ayrılıp önce oğlunun yanına (bu vesileyle eski karısının da mezarını ziyaret etmiş olacaktır), oradan da Kars’ta yapılacak olan Âşıklar Bayramı’na katılmaya niyet etmiştir.
Babasının çok ciddi bir hastalığı olduğunu babasının ceplerini karıştırırken fark eden Yusuf, bu son yolculuğa babasıyla birlikte çıkmaya karar verir. Babasına yıllardır büyük bir öfke beslemesine rağmen babasının onun evinde kaldığı ilk gün özlemle babasının ceketini koklayacaktır. Yakup peygamber nasıl oğlunun kokusuna hasretse, Yusuf da babasının ceketini aynı hasretle koklar. Ancak, içine çektiği koku dertlerine derman, sorularına da cevap olmayacaktır. Yolculuk boyunca babasına öfkeyle yönelttiği “neden annemle beni bırakıp gittin, bir gün bile bizi görmeye gelmedin” sorusu Heves Ali tarafından bir türlü cevaplanmaz. Kul Yakup’un da söylediği gibi “baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir”. Belki de onu tamamlamaya çalışmak beyhude bir çabadır.
Heves Ali’nin yarım bıraktığı sadece oğlu ve eski karısı değil, neredeyse gittiği her yerde vurulduğu bir yavuklusu da onun ardından yarım yamalak kalanlar arasındadır. Heves Ali bu yavuklularının ya mezarlarını ziyaret eder ya da hala hayattalarsa gidip onlara son bir türkü söyler. Hatta mezarlarının başında dahi sazını çalmayı ihmal etmez. Karşılaştığı kadınlar arasında en güzel hikâye ise Zere Kadınla yaşadıklarıdır. Zere Kadın, Heves Ali’yi ilk duyduğu ve gördüğü andan beri onu unutamamış, yıllarca onun köye geri dönmesini beklemiştir. Ancak Heves Ali, köye döndüğü gün yaktığı türküsünde siyah saçları belikli bir kadından bahsedince Zere Kadın anlar ki, bu türkü başka bir kadına yakılmış. Çünkü Zere Kadın’ın saçları kınalıdır. Bunun üzerine Zere Kadın kendini eve kapatıp bir daha Heves Ali’nin yüzünü görmek istemez. Yıllar sonra Heves Ali’yi yine gördüğünde ise o da sazını eline alıp Heves Ali’yle acıklı bir türkü söyleyecektir.
Heves Ali belli ki isminden de anlaşılacağı üzere her gördüğü güzele heveslenen bir âşıktır. Karşısına çıkan her güzel onu hem heveslendirir hem de onda büyük bir yara bırakır. Çünkü bir süre sonra hevesi geçmiş olacak ki Heves Ali sazını alıp sevdiceğini geride bırakarak tekrardan yollara düşer. Aslında onun sevdası sazına ve âşıklığadır. Kalbi, görüp heveslendiği kadınlarda değil sazının içindedir. Oğlunun da tek isteği bu sevgiden payına düşeni alabilmektir. Yusuf’a göre bu sevgi ondan yıllarca esirgenmiştir. Babasına göre ise o sevgi hep olduğu yerde hiç azalmadan öylece bekleyip durmuştur. Uzaktan da olsa Heves Ali, oğlunu hep sevmiş, küçükken son kez çektirdikleri fotoğrafı daima kasketinde saklamış, oğlunun sağ omzunun altındaki doğum lekesini tekrar gördüğü ilk anda ona son bir kez daha özlemle dokunmak istemiştir. Onun sevgi anlayışı, babalarımızın (özellikle de eski neslin) çoğunda olduğu gibi uzaktan sevme şeklindedir. Heves Ali de çoğu baba gibi oğlunu ölesiye sevmesine rağmen bir türlü bunu dile getiremez. Yavuklularına yaktığı gibi oğluna türkü yakmadığı için de oğlu Yusuf’a, bu sevgiden koca bir boşluk ve yalnızlık düşmüştür.
Özcan Alper daha ilk filmiyle (Sonbahar) Türk sinemasına eşine az rastlanır bir film armağan etmişti. O film de Âşıklar Bayramı filminde olduğu gibi arkasına muazzam görüntüleri (elbette ki Sonbahar filmindeki görüntü yönetimi daha iyiydi) alıp bizlere oldukça trajik bir hikâyeyi fazlasıyla sakın bir dille anlatmıştı. Bu filmde ise öylesi derin bir hikâye yok. Filmin bence en büyük kusuru da bu. Elinde insanı derinden sarsabilecek bir anlatı mevcut değil. Sonbahar filmindeki başkarakter ile aynı fikirde olmasak bile onun attığı sessiz çığlıkları rahatlıkla duyabiliyorduk. Bu filmde, karakterlerle empati kurmak mümkün değil. Empati kuramadığımız için de filmdeki duygular bize bir türlü işlemiyor.
Ayrıca film, merak uyandırma konusunda da o kadar başarısız ki bizler bile Heves Ali’nin oğluna verebileceği cevapları merak etmiyoruz. Belki filmin uyarlandığı romanda da sorulan sorulara bir cevap yoktur. Aslında mesele bir cevabın olması değil. Bence Yusuf, yirmi beş yılın vermiş olduğu umudunu yitirmişlik hissiyle hiçbir sorusuna cevap aramayıp sadece babasını keşfetmek üzerine hem eğlenceli hem de dramatik olmayı başarabilen bir yolculuğa çıkabilir, bizler de böylece muhteşem bir film izleyebilirdik. Zaten Türk sinemasının en büyük sorunlarından biri de bu. Büyük trajedileri güldürü ile anlatmayı bir türlü beceremiyoruz. Neden hala büyük bir heyecanla Vizontele izliyoruz hiç düşündünüz mü? Çünkü gülmek ve ağlamak hayatın hiçbir anında ayrı kalmamışlardır.