The Square (2017) filminin hemen ardından “Triangle of Sadness” filmiyle de Cannes Film Festivalinde büyük ödülü (Palme d’Or) alan Ruben Östlund büyük bir başarıya imza atarak ismini, bu ödülü daha önce de iki kez kazanan (üç defa kazanan henüz yok) Emir Kusturica, Ken Loach, Francis Ford Coppola, Michael Haneke, Bille August, Dardenne kardeşler, Alf Sjöberg ve Shohei Imamura gibi yönetmenlerin yanına eklemeyi başardı.
Şunu en baştan söylemekte fayda var. Büyük ödül son iki senedir oldukça tartışmalı filmlere gidiyor. Geçen sene çılgınlığıyla öne çıkan Titane (2021), bu sene de seyirciler tarafından beğenilen ancak eleştirmenlerce pek sevilmemiş olan “Triangle of Sadness”… Elbette ki filmi çok beğenen sinema eleştirmenleri de mevcut; ancak bazı önemli eleştirmenlerin filmi yerden yere vurduğu da bir gerçek. Örneğin A.O. Scott (The New York Times) film için “gerçekten kötü bir film” diye bahsediyor, Peter Bradshaw (The Guardian) ise 5 üzerinden 2 yıldız vererek filmi beğenmediğini saklama gereği duymuyor.
Force Majeure (2014) filmiyle son 10 yılın en iyi filmlerinden birine imza atan Östlund, babalık kavramı üzerinden erkeklik meselesini oldukça komik bir dille yerin dibine sokmuştu. Büyük ödüle kavuşacağı “The Square” filminde ise hem göçmen meselesine hem de sanat dünyasının uyduruk ve ikiyüzlü entelliğine muzip dilini yine esirgemeden değinecekti. Östlund, son filmiyle hedef tahtasına bu sefer zenginleri koyuyor. Fakat hakkını yememek lazım. Östlund bu filminde hem zenginleri hem de sonlara doğru fakirleri (bu vesileyle tüm insanlığı) eleştirmekten çekinmiyor. Zaten ilk filminde de buna benzer bir eşitlikçi anlayışa sahipti. Film (Force Majeure) boyunca babayı yerle yeksan ederken; son sahnede bir anda anneyi de dalga konusu yapmayı ihmal etmemişti.
-spoiler-
Film, erkek modeller üzerinden muhteşem bir taşlama ile başlıyor. Filmin daha ilk sahnesinden artık yönetmenin de ismiyle özdeşleşebilecek olan tuhaf durum komedileriyle seyirci filme yavaştan ısındırılıyor. Bu erkek modeller arasında bizim film boyunca izleyeceğimiz isim ise Carl. O, bir zamanlar oldukça meşhur olan ancak son birkaç yıldır sosyal medyada da takipçi kaybetmeye başlamış bir modeldir. Yaya isminde, kendisi gibi model olan kız arkadaşıyla amaçsız bir hayatın içindedirler. Takipçi sayısı fazla olduğundan erkek arkadaşından daha çok para kazanan Yaya, Carl’ı instagram hesabından paylaşacağı fotoğrafları çekmesi için yanında taşıdığı bir fotoğrafçı gibi kullanmaktadır. Üç kısma ayrılan filmin ilk bölümünde de bu çiftin yemeğin ardından bir türlü ödenemeyen hesap sonrası kavga ettiklerine şahit oluruz. Yaya’nın gelen hesabı bile görmezden gelerek yedikleri her yemeği kendisine ödettiğini iddia eden Carl, kadın ve erkek rollerindeki klişelerden sıkıldığını söylemektedir. Yaya’ya göre oldukça seksi görünen erkeğin hesabı ödemesi klişesi, aslında tam bir cimri olan Carl’ın canını sıkmaktadır. Ona göre mesele para değil (aslında paradır), sadece toplumdaki kabul edişlerin bir türlü sorgulanamıyor oluşudur. Türk televizyonlarında bile pek çok kez skecini izlediğimiz bu derin olmayan mesele filmin ilk kısmında büyük bir yer işgal eder. Başlarda gülüp eğlendiğimiz tartışma, uzamaya devam ettikçe hafiften sıkmaya başlar.
Filmin en beğendiğim bölümü olan ve tamamı büyük bir yatta geçen ikinci kısımda ise Carl ve Yaya dışında başka karakterler de filme dâhil olur. Gübre işi sayesinde zenginleşen bir Rus milyarder, İsveçli bir teknoloji zengini ve el bombası satan bir İngiliz çift filmin komedisini besleyen diğer önemli karakterlerdir. Dışkı satarak zenginleştiğini kahkaha atarak dile getiren ve gemiye sevgilisi ve karısıyla birlikte gelen Rus milyarder filmin en güçlü yan karakterlerinden biridir. Bu arada, filmin Rus-Ukrayna savaşından önce çekildiğini hatırlatayım. Muhtemelen savaş sonrası olsa yönetmen böyle bir karakteri filme koymazdı.
İngiliz çift ise kendilerini, üçüncü dünya ülkelerine demokrasi götürürken çok faydalı olan bir ürünün satıcısı olarak tanıtırlar. Carl merakla “bu ürün ne” diye sorduğunda ise gülerek patlayıcı (mayın ve el bombası) sattıklarını söylerler. İkinci bölümün sonunda da yine bir televizyon skeci kalitesinde bir sahneyle yanlarına düşen el bombasının (kendi sattıkları ürünlerden biri) patlaması sonucu ölürler.
Tüm bu zenginlerin arasında Carl ve Yaya çifti de vardır. İkili, Yaya’nın instagram hesabı sayesinde bu tarz lüks gezilerden ücretsiz faydalanabilmektedir. İkinci bölümün başlarında Carl, yine bir sahte erkeklik krizlerine girer. Gemi güvertesinde güneşlenirlerken yanlarında üstünü çıkaran bir erkek mürettebata Yaya’nın sevecenlikle selam vermesi Carl’ı yine rahatsız eder. Kız arkadaşı sayesinde her türlü aktiviteden bedava faydalanan ve buna rağmen bir hesabı bile öderken mızmızlanan Carl, gidip bu çalışanı ondan sorumlu olan kişiye şikâyet eder ve aslında buna niyet etmemiş olsa da bu adamın işten kovulmasına yol açar.
Filmin en güzel sahneleri ise ikinci bölümün sonlarına saklanmıştır. Kaptanla birlikte akşam yemeği yiyecek olan zengin misafirleri kötü bir sürpriz beklemektedir. Kuvvetli bir fırtınaya yakalanan gemi hiç olmadığı kadar sallanmakta ve misafirlerin de midesini olabildiğince çalkalamaktadır. Yedikleri onca kaliteli yemek bir süre sonra böğürme sesleri eşliğinde bir güzel çıkarılır. Bir süre sonra neredeyse tüm zenginler, kendi kusmukları ve tuvaletlerin patlaması sonrası da kendi pisliklerinde yuvarlanıp duracaklardır.
Woody Harrelson’ın canlandırdığı işini pek umursamayan kaptan karakteri ise kendi söylemiyle bir komünist değil bir sosyalist ve aynı zamanda da Marksist’tir. İkinci bölümün sonlarında Rus milyarderle giriştikleri söz düellosu filmin yine kötü bir skeç havasına bürünmesine yol açar.
İkinci bölüm, bir grup korsanın gemiyi havaya uçurmasıyla son bulurken; hayatta kalanların bir adada bir araya gelmesiyle üçüncü bölüm başlamış olur. Gemide apaçık belli olan sınıfsal farklılıklar adaya düşülmesiyle birlikte keskin bir şekilde kaybolup yer değiştirecektir. Gemide üç bölmede yer alan üç farklı sınıf, adada tek bir zeminde bir araya gelmek zorunda kalır. Yönetmen gemiyi; en üstte zenginler, ortada beyaz ırktan olan garsonlar, en altta ise temizlik ve bakım gibi en pis işleri yapan göçmenler olacak şekilde tasarlamışken; bu katmanlar yönetmen tarafından adada becerilere göre yeniden oluşturulur. Artık zenginlerin esamesi okunmaz olmuştur. Adada yeni patron, gemideyken tuvalet temizleyen ve orta yaşlı bir kadın olan Abigail olacaktır. Çünkü içlerinde ateş yakmasını bilen ve karınlarını doyuracak balıkları elleriyle tutabilen tek kişi odur. Hükümranlığını iyice oturtan Abigail, bir süre sonra yanına seks kölesi yapacağı Carl’ı da alacaktır. Carl, karnını doyurabilmek için Abigail’in seks oyuncağı olmayı hiç kafasına takmaz. Fakat Abigail ve Yaya’nın gezintiye çıktıkları bir gün, aslında adada yalnız olmadıklarını fark etmeleri Abigail’in de liderliğinin sonu anlamına gelir. Artık kurtulduğuna emin bir şekilde kumsalda keyif yapan Yaya, Abigail’i sivil hayatta yanına asistan olarak almanın planlarını yaparken Abigail elinde kocaman bir taşla Yaya’yı öldürme niyetindedir. Filmde gösterilmese de Abigail, büyük ihtimalle o eşeği öldürdükleri şekilde Yaya’yı öldürmüştür. Yine kuvvetle muhtemel Carl da bu cinayete şahit olup gördüklerini haber vermek için telaşla diğerlerine doğru koşmaktadır.
-spoiler-
Filmde zenginler olabildiğince kötü bir şekilde resmedilir. Zenginler, normalde geminin yelkenleri olmamasına rağmen yelkenlerin kirli olduğunu iddia edecek kadar aptaldır. Zenginler, ölen eşlerinin kolye ve yüzüğünü o esnada almayı hesap edecek kadar paragözdür. Zenginler, etraflarında alt sınıftan kimse olmadan karınlarını doyuramayacak kadar beceriksizdir. Zenginler, bir eşeğin anırmasından bile tedirginlik duyan korkaklardır. Ancak Östlund, yine eşitlik ilkesini gözetir ve fakirleri de özellikle Abigail’in filmin sonundaki korkunç değişimi ile birlikte fırsatçı ve zalim yapmaktan geri durmaz.
Filmin Cannes Film Festivalinde büyük ödülü almasına ise bir yorum yapamayacağım. Sonuçta diğer filmleri görme imkânım olmadığından bu filmi onların yanında bir yere koyamıyorum. Fakat kişisel görüşüm Östlund’ın bir kısır döngüye girdiği yönünde. Bundan önceki iki filminde bunu başarıp üçüncü filminde de birebir aynı yöntemle jüriyi yakalayabilmesi nereden bakarsanız bakın büyük bir şans. Belki Östlund değil, onun yerine tecrübesiz bir yönetmen olsa çuvallayabilirdi. Östlund’ın mizansen yaratma yeteneği gerçekten muazzam. Basit meselelerden ve günlük sohbetlerden fevkalade sahneler yakalayabiliyor. Bu filminde de bunu pek çok yerde yapmış. Ancak bu filmde tekrara düştüğünü, bazı sahneleri çok sündürdüğünü ve skeçlere konu olan basit temaları anlatmayı tercih ettiğini düşünecek olursak filmi bir başyapıt olarak değerlendirmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Yine de “Triangle of Sadness”, bu senenin kesinlikle bir kez olsun şans verilmesi gerektiğini düşündüğüm filmlerinden biri.
Yorum yazabilmek için giriş yapın Giriş