Bizimle iletişim kur

Köşe Yazıları

Efsanevi Korku Filmi Yönetmeni “John Carpenter”ın En İyi Korku Filmleri

Yayınlandı

on

Halloween ayı olması sebebiyle Ekim ayına özel, bir korku yönetmeni efsanesi olan John Carpenter’ın en iyi korku filmlerini incelemek istedim. Kendisi büyük bir yönetmen olmasının yanında filmleri için yaptığı kendi müzikleriyle de aynı zamanda oldukça yetenekli bir müzisyendir. Yönetmenliği, senaryo yazarlığı ve müzisyenliği ile aslında o, tam anlamıyla büyük bir sanatçıdır.

Carpenter, film kariyerine 1974 yapımı “Dark Star” isminde düşük bütçeli bir bilim kurgu filmiyle başlamıştır. Bilim kurgu filmleriyle dalga geçmek için çektiği bu komedi filmi yıllar içinde bir kült film statüsüne erişecektir. Carpenter’ı hem büyük bir korku yönetmeni hem de tüm dünyaca tanınan bir yönetmen yapan filmi ise üçüncü uzun metrajı olan “Halloween” (1978) olmuştur. Bu efsanevi filminin ardından seksenlerde ve doksanların başında ileride birer klasiğe dönüşecek pek çok korku filmine imza atacaktır. Ancak, Carpenter kariyeri boyunca sadece korku filmleri yönetmemiştir. Onun “Big Trouble in Little China” (1986) gibi komik, “Escape From New York” (1981) gibi de ciddi aksiyon klasikleri de mevcuttur. Tüm bu filmlerin yanında üstadın televizyon için çektiği, Elvis Presley’in hayatını anlattığı ve Elvis’i de Kurt Russell’in canlandırdığı “Elvis” (1979) gibi bir filmi de bulunmaktadır. Yine filmografisinde ilginç duran “Starman” (1984) isimli ve uzaylı temalı oldukça başarılı bir duygusal film de mevcuttur. Carpenter’ın 1994 yılında vizyona giren “in the Mouth of Madness” filminden sonra çektiği filmler ise ne yazık ki vasatı aşamayan kalitede filmlerdir. Kendisi ayrıca başarısız “the Ward” (2010) filminden beridir de film çekmemiştir. Fakat basında kendisinin yeniden kamera arkasına geçeceğine dair haberler de ara sıra yer almaktadır. Umarım onu yeni projeleri ile tekrardan yönetmen koltuğunda görebiliriz.

10) Someone’s Watching Me (1978)

John Carpenter’ın Halloween gibi bir korku başyapıtının hemen ardından, aynı yıl televizyon için çektiği 1978 yapımı korku filmi. Bu tarz büyük yönetmenlerin televizyon maceralarının da dikkate değer olduğunu az çok biliyoruz. Steven Spielberg’ün 1971 yapımı “Duel” isimli televizyon filmi bir gerilim şaheseri olarak sinemaseverler tarafından hala heyecanla izlenen filmlerinden biridir. “Someone’s Watching Me” filmi, korkutma unsuru olarak “takip edilme” histerisini kullanmayı tercih ediyor. Genç bir kadın üzerinden korkuya ortak oluyoruz. Çalan telefonlar, dürbünle izlenen evler, gizlice açılan kapılar… John Carpenter’ın dar mekânları kullanışı ve bu kısıtlı imkânlarla gerilim unsuru yaratmayı becerebilmesi takdire şayan gerçekten. Korkuseverlerin kaçırmaması gereken, düşük bütçeli, seyirlik bir televizyon yapımı korku filmi.

9) Big Trouble in Little China (1986)

“Big Trouble in Little China” filmi, yaklaşık 25 milyon dolarlık bütçesine rağmen yaklaşık 12 milyon dolar gişe yaparak kelimenin tam anlamıyla gişede batmıştır. Bu, Carpenter için şaşırtıcı bir şey değildir. Onun filmlerinin çoğu gişedeki başarısızlıklarının ardından yıllar içinde ünlerinin kulaktan kulağa yayılmasıyla birer külte dönüşecektir. “Big Trouble in Little China” filmi de vizyondan kalktıktan sonra insanların filmi evlerinde kendi imkanlarıyla izlemeye başlamasıyla birlikte belli bir hayran kitlesine kavuşacaktır. Film, Kurt Russell’ın bir kamyon şoförünü canlandırdığı Jack Burton karakteri ile onun Çinli oyun arkadaşı Wang chi’nin başlarına gelen tuhaf olayları ele alır. Wang chi’nin yıllardır mektuplaştığı ama beş senedir göremediği kız arkadaşını almak için hava alanına giden ikilinin bu saatten itibaren başı beladan kurtulmayacak ve hiçbir ciddiyeti olmayan birbirinden komik belalar peşlerini bırakmayacaktır.

8) The Fog (1980)

1880 yılında içi cüzzamlı gemicilerle dolu olan bir gemi kuzey Kaliforniya’daki bir sahil kasabasına yanaşmak ister. cüzzamlı olan geminin kaptanı da dâhil olmak üzere gemicilerin amacı, insanlardan uzak rahatsız edilmeden yaşayabileceklerini düşündükleri bu kasabaya yerleşmektir. Ancak işler düşündükleri gibi gitmez. Böyle bir geminin kıyıya yanaştığını öğrenen altı kişi, geminin içindeki altınları da çalmak amacıyla bir gece gemiyi batırır ve içindeki herkesin de ölmesine sebep olurlar. Bu feci olaydan tam 100 sene sonra kasabayı kalın bir sis bulutu saracak ve bu sisin içerisinden yıllar önce feci şekilde can veren denizciler intikamlarını almak için çıkageleceklerdir. Carpenter’ın bu filmi vizyona girdiği dönemde gişe anlamında yönetmeni mutlu etmeye yetecek bir başarıya imza atmıştır. Ancak film o dönemde eleştirmenlerden olumlu yorumlar almazken; ilerleyen yıllarda ise film, bir korku klasiğine dönüşecek ve sinema eleştirmenlerince de hayırla yâd edilir hale gelecektir.

7) Christine (1983)

“Christine”, John Carpenter’ın eşi benzeri olmayan filmlerinden biridir. Film, Stephen King’in aynı isimli romanından sinemaya uyarlanmıştır. “Christine” öyle bir filmdir ki filmi beğenmeniz halinde kendinizi sürekli bu filmi izlerken bulabilirsiniz. Filmi güçlü kılan en önemli özelliklerinden birisi ise kesinlikle müzikleridir. Film için seçilen hem sözlü şarkılar hem de Carpenter’ın elinden çıkan melodiler filmi bambaşka bir yere taşır. Bu sayede bir kez daha görürüz ki iyi müzik seçimleri basit gibi görebileceğiniz bir korku filmine bile destansı bir hava katabilir. Özellikle “katil arabanın” ateşler içinde karanlık bir yolda Carpenter’ın nağmeleri ile ilerlediği sahne, sinema tarihine girmeyi çoktan başarmış muazzam bir sekanstır. “Christine”, bir korku klasiği olmasının yanında aynı zamanda da garip bir aşk filmi ve aynı zamanda bir arabanın sahibine duyduğu ve kimseyle paylaşmak istemediği korkutucu bir bağlılığın hikâyesidir.

6) Escape From New York (1981)

” Escape From New York “, John Carpenter ve Kurt Russell birlikteliğinin “Elvis” (1979) filminden sonraki ikinci filmidir. Bu filmin hemen ardından ikili, bu sefer de “the Thing” (1982) şaheseri için bir araya geleceklerdir. Bu filmin Carpenter ile birlikte senaryo yazarlarından biri de “Halloween” (1978) filminin efsanevi Michael Myers karakterini canlandıran Nick Castle’dır. Film, çekildiği dönem için yakın gelecek sayılabilecek 1997 yılında geçmektedir. Amerika’da artan suç oranları sebebiyle hükümet Manhattan adasını ultra güvenlikli bir açık hava hapishanesine çevirmiştir. Ülkenin azılı suçluları bu adaya bırakılmakta ve bu adadan dışarıya çıkmalarına asla izin verilmemektedir. Bir gün Amerika Birleşik Devletleri başkanının içerisinde olduğu uçağın teröristlerce heklenmesi sonucu uçak Manhattan adasına düşer. Başkan içinde bulunduğu korunaklı pod sayesinde hayatta kalır ancak sağ salim adadan çıkarılması için hükümetin bir an önce harekete geçmesi gerekmektedir. Bunun üzerine önceden özel kuvvetlerde bulunan ama şu an bir suçlu olan “Snake Plissken” suçlarının affedilmesi şartıyla başkanı kurtarmak üzere adaya gönderilir. Başkanı adadan çıkarmak ise göründüğü kadar kolay olmayacaktır.

5) Assault on Precinct 13 (1976)

“Assault on Precinct 13”, Carpenter’ın “Dark Star” (1974) filminden sonra çektiği ikinci uzun metraj filmidir. Söylediğine göre filmini, Howard Hawks imzalı “Rio Bravo” (1959) ve George A. Romero imzalı “Night of the Living Dead” (1968) filmlerinden esinlenerek oluşturmuştur. Gerçekten film, hem modern bir western havası taşımakta hem de zombi filmlerini andıran sekansları içinde barındırmaktadır. Film, acımasız bir yerel çetenin polis tarafından öldürülen üyelerinin intikamını almak amacıyla 13. polis bölgesinde bulunan bir karakola gerçekleştirdikleri silahlı baskını ele alır. Çete üyelerinin karakola düzenledikleri üstünkörü saldırılar sanki bir zombi saldırısını andırmaktadır. Çete üyeleri birer zombi gibi, ölmeyi bir saniye bile düşünmeden karakola saldırmakta ve sayıları da hiç bitmeyecekmiş gibi giderek artmaktadır. Carpenter’ın bu filmi vizyona girdiği dönemde ortaya karışık yorumlar almışken film ilerleyen yıllarda bir aksiyon kültüne dönüşecektir.

4) They Live (1988)

1988 yılında John Carpenter tarafından senaryosu yazılan ve ayrıca yönetilen “They Live” filmi, Ray Nelson’ın “Eight O’clock in the Morning” (1963) adlı kısa öyküsünden uyarlanmıştır. Carpenter’ın diğer büyük filmlerinde de olduğu gibi bu film de vizyona girdiği dönemde hem seyirciler hem de eleştirmenler tarafından pek beğenilmemiştir. Vizyona girdiği ilk hafta kuzey Amerika gişelerinde ilk sırada yer almasına rağmen ilerleyen haftalarda gişede arka sıralara düşecektir. Ancak akıp giden zaman, pek çok kez olduğu gibi yine Carpenter’ın yanında olacak ve “They Live” filmi zamanla bir külte dönüşecektir. Filmin verdiği mesajlar günümüzde dahi geçerliliğini koruyan ve korumaya da devam edecek güçte söylemlerdir. Filmde Nada karakterinin gözlüğü takmasıyla fark ettiği subliminal mesajlar bugün çoğumuzun görmekten kaçındığı gerçeklerdir.

3) In the Mouth of Madness (1994)

Farklılık deliliktir. Yaşadığımız dünyada hepimizin rolleri az çok bellidir. Bu tanrısal bir mesele değildir. Keşke yalnızca tek bir tanrıyla uğraşıyor olsaydık. İşimiz daha kolay olurdu. Rolüne fazlasıyla sadık, yaptığı veya düşündüğü hiçbir şeyi sorgulamayan bir topluluğun içerisinde tanrıya gerek dahi kalmaz. En basitinden etrafınıza şöyle bir bakın. Etrafımız tanrının ağzıyla konuşan, onun yerine karar veren insanlarla doludur. Bu film, Carpenter’ın kıyamet üçlemesinin son filmidir. Bu filmle birlikte kendi tarzıyla insanlığın sonunu da getirmiş olur. gerçekliğin “trend topic” olmaktan öteye gidemediği bir dünyada bizler de çıktığımız bu yolculukta, filmdeki John Trent (Trend) ve Linda Styles (Stil) karakterleri gibi delirmeye mahkumuz.

2) Halloween (1978)

“Halloween” filminin korku türü açısından yeri bir başkadır. Bu film, türü değiştiren ve türe gerçek anlamda yön veren filmlerden biridir. Hatta kimilerince ilk “slasher” filmi olarak bile değerlendirilir. “Halloween”, 300 bin dolar gibi o zaman için bile düşük denebilecek bir bütçeyle vizyona girip 70 milyon doların üstünde bir hasılat elde etmiştir. Bu arada, filme para aktaran bir ismi hepimiz çok yakından tanıyoruz. Bu isim, ülkemizde bir zamanlar ramazan aylarının vazgeçilmez filmi olan “the Message” (Çağrı) ile yine çok sevilen ve bence de çok kaliteli bir film olan “Lion of the Desert” (Çöl Aslanı Ömer Muhtar) gibi filmlerin yönetmeni Mustafa Akkad’ın ta kendisidir. “Halloween”, bu finansal başarısıyla hem yapımcısı Akkad’a hem de Carpenter’a önemli miktarda para kazandırmıştır. Ayrıca, 1999 yılında vizyona girecek ve benim en sevdiğim korku filmlerinden biri olan “the Blair Witch Project” filmine kadar da en çok kar eden bağımsız film olma unvanını bir süreliğine elinde bulundurmuştur.

1) The Thing (1982)

John Carpenter’ın unutulmaz korku klasiği… Zamanının çok ötesinde bir film… Değeri yıllandıkça anlaşılmış ve korku klasiklerinin arasına girmeyi başarmıştır. Filmin günümüzde bu denli çok sevilmesinin sebebi pek çok açıdan tartışılabilir. Günümüzde sırtını tamamen bilgisayar efektlerine dayamış yapay ve renksiz korku filmlerinin yanında yaklaşık kırk sene önceki teknolojiyle çekilmiş olan bu film halen gecenin karanlığında bir yıldız gibi parlamaktadır. O gün sadece 22 yaşında olan Rob Bottin tarafından tasarlanan makyaj ve canavar görüntüleri bugün için bile çok ileri bir seviyededir. Herhangi bir yapay efekte ihtiyaç duymadan yaratılan atmosfer, ayakta alkışlanacak cinstendir. O yüzden filmin başarısında görüntü, makyaj ve sanat ekibinin çok büyük payı vardır. Tabi bunların yanında film, anlattığı konu açısından da size sınırsız bir gerilim sunmaktadır. İnsanları taklit eden bir uzaylı formunun bir grup bilim adamını ne hale getirdiğini gördükçe sizler de yerinizde duramazsınız. Özellikle kan testinin yapıldığı sahne, sinema tarihinin hala en iyi sahnelerinden biridir. Ve elbette ki, unutulmaz efsane Ennio Morricone’ye ait müzik notalarının da filme kattığı değer tartışılmazdır.

Sinema

The Amateur Amatör Filmi Nasıl Bir Film? Amatör Film Yorumları

Yayınlandı

on

Yazan

Bu haftanın yeni filmlerinden birisi olan Amatör – The Amateur bir anlamda işi kodlar ve şifreleri çözmekle ilgili olan bir gizli servis analistinden Jason Bourne yaratma hikayesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani baş rol oyuncumuz Rami Malek‘in parlamasını sağlayan Mr Robot dizisindeki Elliot Alderson’ın Jason Bourne ile harmanlanması da diyebiliriz. Ama tam değil de biraz Alderson biraz Bourne.

Özellikle Freddie Mercury‘yi canlandırdığı “Bohemian Rhapsody” filmindeki ve Mr. Robot dizisindeki performansıyla hayran kaldığım Rami Malek bu filmde kimi sahnelerde durgun gözükürken kimi sahnelerde yine etkileyici bir oyunculuk performansı ortaya koyuyor.

Bu arada şu notu da düşmemde fayda var Rami Malek’in duygularını tam yansıtamadığı durgun görünen sahneler belki de yönetmenin özellikle duygularını çok iyi yansıtamayan ve sadece bilgisayar başında kodlama ve şifreleme yapan bir karakteri izletme çabası da olabilir.

Bunun dışında bir başyapıt olmasa da hafta sonu keyifle izlenecek bir aksiyon filmi ile karşı karşıyayız. Jason Bourne derken bilek kuvveti ve keskin nişancılık beklemeli miyiz? Cevabı aşağıda 👇🏻

Jason Bourne Görseydi “Heller”a Kızardı

Önemli bir diğer notu da düşmemde fayda var Jason Bourne demişken onun gibi yakın dövüş konusunda uzman olmayan ve yine onun gibi silah kullanma anlamında da hiç uzman olmadığı gibi çok çok başarısız olan bir baş karakterimiz olduğunu söylemeliyim. Peki bu baş karakterimiz sahaya inip düşmanları nasıl alt ediyor diyecek olursanız işte orada 170 IQluk zekasının devreye girdiği bir senaryoyla karşı karşıyayız. Yani vurduğunu tek yumrukla indiren bir profesyonel yerine tam anlamıyla sahada amatör olan bir ajanı izliyoruz.

Yönetmen Filmi Çok Kesmiş

Filmde yer alan ve önemli isim diyeceğimiz ya da en azından başka filmlerden de tanıdık yüz olarak hatırladığımız bazı oyuncuların rolünün her nedense biraz az ve hikayenin akışına etki etmeyecek düzeyde zayıf kaldığını göreceksiniz. Sanırım yönetmen her endense çok fazla sahneyi çekmesine rağmen kurgu aşamasında çöpe atıp filmi 2 saatlik mevcut süresine kısaltmış. Aynı zamanda filmin dikkat çeken bir diğer ayrıntısı da neredeyse Amerika’da değil de tamamen Avrupa’daki bir çok şehirde çekilmiş olması ve tabii ki en önemlisi bu şehirlerden birinin de İstanbul olması ve ayrılan sürenin de tahminimden fazla olduğunu belirtmeliyim.

The Amateur Filminin Oyuncu Kadrosunda Kimler Var?

Bu yaz yeni versiyon Superman filminde Lois Lane olarak izleyeceğimiz Rachel Brosnahan filmin baş rolünde karşımıza çıkarken Director O’Brien rolünde son dönemin dikkat çeken çalışması Paradise dizisinden hatırlayacağınız Julianne Nicholson, Daredevil Born Again’den Jon Bernthal ve Henderson rolünde Laurence Fishburne gibi önemli isimler karşımıza çıkıyor.

The Amateur İzlenir mi?

Filmin finalinden hemen önce Rusyadaki Heller (Rami Malek) ve The Bear (Jon Bernthal) arasındaki sahnenin filmde hangi amaca hizmet ettiğini anlamasam da hafta sonu aksiyon filmi izlemek isteyenler için Hollywood’dan gelen yüksek bütçeli bir yapım olarak iyi bir alternatif, hatta senaryo ve kadroya baktığımız zaman seri haline gelme ihtimali de var desem yeridir. Tabii bunu gişede elde edeceği hasılat da belirleyecektir.

İzleyeceklere şimdiden iyi seyirler

Takip Edin 👉🏻 Tolga Yiğit

Devamını Okuyun

Sinema

Armand Film Yorumları | Armand Filmi İzlenir mi?

Yayınlandı

on

Yazan

Armand filmi Cannes Film Festivali’nde Camera d’Or Altın Kamera ödülü almış görüntü yönetimi açısından izlenmeyi hak eden bir yapım olarak vizyona girdi.

Armand filminin süresi yaklaşık 2 saat ve en büyük handikaplarından birisi bu süre içerisinde yönetmenin kimi zaman ne anlattığını anlayamadığımız ve genel film akışını da değiştiren sahnelerinin varlığı.

Armand Filmi Daha Kısa Olsa Baş Yapıt Olurdu

Belki de bu iki saatlik süre 20 dakika kadar kısalsaydı şu anda film için çok çok iyi bir film diyebilecekken film kimi izleyici için sadece iyi olarak kimileri için ise ortalama olarak tanımlayacaktır.

Tabii bu 20 dakikalık süre kısaltımı aslında kurgunun hızlanması ve filmin hikayesinin daha hızlı akması için olmakla birlikte aynı zamanda neden var olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz örneğin başrol oyuncusu Renate Reinsve’nin canlandırdığı Elisabeth karakteri ile okulun hademesinin koridordaki dans sahnesi gibi sahnelerin filmden çıkartılması filme çok büyük yarar sağlayabilirdi.

Elisabeth ve Hademenin Dans Sahnesi

Filmde başarısız olarak adlandırabileceğimiz öğretmenlerden oluşan bir okul yönetimi okuldaki iki çocuk arasında gerçekleşen hayli sinir bozucu bir olay üzerine iki çocuğun ebeveynlerini çağırırlar ve yapılan toplantı sırasında beklenmedik olaylarla okul içerisinde Yaşananları izleriz. Suçlama ve yaşanan olayda hangi çocuk ya da ebeveyni doğruyu söylemektedir? Film boyunca cevabını aradığımız cevap budur.

Bekar anne rolündeki Elisabeth’i canlandıran Renate Reinsve’nin film boyunca özellikle iki üç sahnedeki muhteşem performansı Camera d’Or ödülü alan görüntü yönetimi ile birleşince çok daha dikkat çekici oluyor.

Renate Reinsve’nin fotoğrafta gördüğünüz sahnedeki 5 dakikalık gülme krizi ödüllük başarıya sahipti.

Haftanın izleme listesine alınması gereken filmlerinden birisi olan Armand‘ı izlerken muhakkak filmin gereğinden bir tık yani yaklaşık olarak 15 – 20 dakika uzun olduğunu bilerek izlemeniz belki de hikayeyi ve filmi daha kolay sindirmenizi sağlayacaktır.

İzleyeceklere şimdiden iyi seyirler

Takip Edin 👉🏻 Tolga Yiğit

Armand Filminin Konusu Nedir?

Okulları tatile girmeden hemen önce, 6 yaşındaki Armand ile okuldaki en yakın arkadaşı Jon hakkında çıkan bir suçlama ortalığı karıştırır. Ünlü bir oyuncu, eski can dostlar, ölü bir adam ve iki çocuğun karıştığı bir skandalın dilden dile yayılarak bomba gibi patlamasından endişe eden okul yönetimi, ebeveynleri alelacele toplantıya çağırır. Ancak gerçekte ne olduğunu okul yetkilileri de bilmemektedir. Şüphe ve arzunun, saplantılar ile çocukluğun kırılgan masumiyeti arasında sinsice dolandığı toplantı, kontrolden çıkar. Ebeveynler hakkındaki detaylar ve geçmişin sırları ortaya döküldükçe, olay daha da karmaşık bir hal alır.

2024 Cannes Film Festivali’nde Camera d’Or ödülüne layık görülen ARMAND, festivalin en çok ses getiren filmlerinden biri oldu. Başroldeki The Worst Person in the World’ün yıldızı Renate Reinsve, bu sürükleyici psikolojik dramdaki çok katmanlı performansıyla büyük övgü aldı. Liv Ullmann ve Ingmar Bergman’ın torunu olan Halfdan Ullmann Tøndel, filmin yönetmen koltuğunda oturuyor. ARMAND, 2025 Oscar Ödülleri “En İyi Uluslararası Film” ödülü için Norveç’in Oscar adayı olarak seçildi ve 15 filmlik “kısa liste”de de yer buldu.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yeni Yayına Giren Piyasa Dizisi, Kızılcık Şerbeti’ne Rakip Mi Oluyor?

Yayınlandı

on

Yazan

Son dönemin dikkat çeken dizilerinden biri olan “Piyasa,” Kanal D ekranlarında yayın hayatına başladı. Dizi, özellikle toplumsal sınıf farklarını, zenginlik ve statü mücadelesini konu almasıyla izleyicilerin ilgisini çekti. Bu yönüyle Show TV’nin sevilen yapımı “Kızılcık Şerbeti” ile benzerlik taşıdığı konuşuluyor. Peki, gerçekten de “Piyasa” dizisi, “Kızılcık Şerbeti”nin izinden mi gidiyor?

Öncelikle “Kızılcık Şerbeti,” iki farklı dünya görüşüne sahip ailelerin çocuklarının evliliği üzerinden başlayan bir toplumsal çatışma hikâyesi sunuyor. Muhafazakâr ve seküler yaşam tarzları arasındaki farkları, karakterlerin gelişimiyle derinleştiren dizi, Türkiye’nin güncel sosyal dinamiklerini işleyerek büyük yankı uyandırdı.

“Piyasa” ise, ağırlıklı olarak modern şehir yaşamındaki statü savaşlarına ve lüks hayatın perde arkasındaki entrikalara odaklanıyor. Karakterlerin zenginlik ve güç uğruna verdiği mücadele, sosyal medyanın ve günümüz trendlerinin etkisiyle şekilleniyor. Bu açıdan bakıldığında “Piyasa,” “Kızılcık Şerbeti”nin aileler arası kültürel çatışma temasından ziyade bireysel hırs ve sosyal statü üzerine kurulu bir hikâye sunuyor.

Bununla birlikte, her iki dizi de toplumsal farklılıkları ve sosyal çatışmaları dramatik bir dille ele alıyor. İzleyicinin kendi hayatından izler bulabileceği karakterler ve olay örgüsü, bu yapımların ortak noktalarından biri. Ancak “Kızılcık Şerbeti” daha çok aile ilişkileri ve kültürel farklılıklara odaklanırken, “Piyasa” bireysel başarı, sosyal statü ve rekabet ekseninde ilerliyor.

Sonuç olarak, “Piyasa” ve “Kızılcık Şerbeti” belirli yönleriyle benzerlik taşısa da, işledikleri konular açısından farklı çizgilerde ilerliyor. “Kızılcık Şerbeti” aile içi dinamikleri ve toplumsal değer çatışmalarını merkezine alırken, “Piyasa” modern dünyada bireysel hırsların ve sosyal statünün öne çıktığı bir hikâye sunuyor. Hangisinin izleyiciler üzerinde daha büyük etki yapacağı ise, zaman gösterecek.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Selena Gomez’in Yeni Şarkısı “Sunset Blvd”ın Önemi Nedir?

Yayınlandı

on

Yazan

Selena Gomez ve nişanlısı Benny Blanco, 14 Mart 2025’te “Sunset Blvd” adlı yeni şarkılarını yayımladılar. Bu parça, 21 Mart’ta çıkacak olan ortak albümleri “I Said I Love You First”ün bir parçası. Şarkı, çiftin Los Angeles’taki Sunset Boulevard’da gerçekleşen ilk buluşmalarını anlatıyor ve bu nedenle özel bir anlam taşıyor.

Gomez, Instagram’da paylaştığı gönderide, “İlk buluşmamız Sunset Blvd’daydı ve bu aynı zamanda birlikte yaptığımız bir sonraki şarkının da adı.” diyerek şarkının önemini vurguladı.

Retro tarzda çekilen müzik videosu, Petra Collins tarafından yönetildi ve çiftin arasındaki güçlü kimyayı yansıtıyor.

Şarkının sözleri, ilk buluşmalarındaki çekimi ve tutkuyu ifade ediyor:

“Sadece ona dokunmak istiyorum, dokunmak / Patlamamak için elinden geleni yap / Ver bana, ver bana, ne kadar seviyorum senin büyük, büyük kalbini.”

“Sunset Blvd”, çiftin aşk hikâyesinin başlangıcını anlatan samimi bir parça olarak dikkat çekiyor.

Videoyu aşağıdaki linke tıklayarak izleyebilirsiniz:

Devamını Okuyun
Reklam

En Çok Okunanlar