Connect with us

Köşe Yazıları

Efsanevi Korku Filmi Yönetmeni “John Carpenter”ın En İyi Korku Filmleri

Published

on

Behzat C Banner

Halloween ayı olması sebebiyle Ekim ayına özel, bir korku yönetmeni efsanesi olan John Carpenter’ın en iyi korku filmlerini incelemek istedim. Kendisi büyük bir yönetmen olmasının yanında filmleri için yaptığı kendi müzikleriyle de aynı zamanda oldukça yetenekli bir müzisyendir. Yönetmenliği, senaryo yazarlığı ve müzisyenliği ile aslında o, tam anlamıyla büyük bir sanatçıdır.

Carpenter, film kariyerine 1974 yapımı “Dark Star” isminde düşük bütçeli bir bilim kurgu filmiyle başlamıştır. Bilim kurgu filmleriyle dalga geçmek için çektiği bu komedi filmi yıllar içinde bir kült film statüsüne erişecektir. Carpenter’ı hem büyük bir korku yönetmeni hem de tüm dünyaca tanınan bir yönetmen yapan filmi ise üçüncü uzun metrajı olan “Halloween” (1978) olmuştur. Bu efsanevi filminin ardından seksenlerde ve doksanların başında ileride birer klasiğe dönüşecek pek çok korku filmine imza atacaktır. Ancak, Carpenter kariyeri boyunca sadece korku filmleri yönetmemiştir. Onun “Big Trouble in Little China” (1986) gibi komik, “Escape From New York” (1981) gibi de ciddi aksiyon klasikleri de mevcuttur. Tüm bu filmlerin yanında üstadın televizyon için çektiği, Elvis Presley’in hayatını anlattığı ve Elvis’i de Kurt Russell’in canlandırdığı “Elvis” (1979) gibi bir filmi de bulunmaktadır. Yine filmografisinde ilginç duran “Starman” (1984) isimli ve uzaylı temalı oldukça başarılı bir duygusal film de mevcuttur. Carpenter’ın 1994 yılında vizyona giren “in the Mouth of Madness” filminden sonra çektiği filmler ise ne yazık ki vasatı aşamayan kalitede filmlerdir. Kendisi ayrıca başarısız “the Ward” (2010) filminden beridir de film çekmemiştir. Fakat basında kendisinin yeniden kamera arkasına geçeceğine dair haberler de ara sıra yer almaktadır. Umarım onu yeni projeleri ile tekrardan yönetmen koltuğunda görebiliriz.

10) Someone’s Watching Me (1978)

John Carpenter’ın Halloween gibi bir korku başyapıtının hemen ardından, aynı yıl televizyon için çektiği 1978 yapımı korku filmi. Bu tarz büyük yönetmenlerin televizyon maceralarının da dikkate değer olduğunu az çok biliyoruz. Steven Spielberg’ün 1971 yapımı “Duel” isimli televizyon filmi bir gerilim şaheseri olarak sinemaseverler tarafından hala heyecanla izlenen filmlerinden biridir. “Someone’s Watching Me” filmi, korkutma unsuru olarak “takip edilme” histerisini kullanmayı tercih ediyor. Genç bir kadın üzerinden korkuya ortak oluyoruz. Çalan telefonlar, dürbünle izlenen evler, gizlice açılan kapılar… John Carpenter’ın dar mekânları kullanışı ve bu kısıtlı imkânlarla gerilim unsuru yaratmayı becerebilmesi takdire şayan gerçekten. Korkuseverlerin kaçırmaması gereken, düşük bütçeli, seyirlik bir televizyon yapımı korku filmi.

Advertisement

9) Big Trouble in Little China (1986)

“Big Trouble in Little China” filmi, yaklaşık 25 milyon dolarlık bütçesine rağmen yaklaşık 12 milyon dolar gişe yaparak kelimenin tam anlamıyla gişede batmıştır. Bu, Carpenter için şaşırtıcı bir şey değildir. Onun filmlerinin çoğu gişedeki başarısızlıklarının ardından yıllar içinde ünlerinin kulaktan kulağa yayılmasıyla birer külte dönüşecektir. “Big Trouble in Little China” filmi de vizyondan kalktıktan sonra insanların filmi evlerinde kendi imkanlarıyla izlemeye başlamasıyla birlikte belli bir hayran kitlesine kavuşacaktır. Film, Kurt Russell’ın bir kamyon şoförünü canlandırdığı Jack Burton karakteri ile onun Çinli oyun arkadaşı Wang chi’nin başlarına gelen tuhaf olayları ele alır. Wang chi’nin yıllardır mektuplaştığı ama beş senedir göremediği kız arkadaşını almak için hava alanına giden ikilinin bu saatten itibaren başı beladan kurtulmayacak ve hiçbir ciddiyeti olmayan birbirinden komik belalar peşlerini bırakmayacaktır.

8) The Fog (1980)

1880 yılında içi cüzzamlı gemicilerle dolu olan bir gemi kuzey Kaliforniya’daki bir sahil kasabasına yanaşmak ister. cüzzamlı olan geminin kaptanı da dâhil olmak üzere gemicilerin amacı, insanlardan uzak rahatsız edilmeden yaşayabileceklerini düşündükleri bu kasabaya yerleşmektir. Ancak işler düşündükleri gibi gitmez. Böyle bir geminin kıyıya yanaştığını öğrenen altı kişi, geminin içindeki altınları da çalmak amacıyla bir gece gemiyi batırır ve içindeki herkesin de ölmesine sebep olurlar. Bu feci olaydan tam 100 sene sonra kasabayı kalın bir sis bulutu saracak ve bu sisin içerisinden yıllar önce feci şekilde can veren denizciler intikamlarını almak için çıkageleceklerdir. Carpenter’ın bu filmi vizyona girdiği dönemde gişe anlamında yönetmeni mutlu etmeye yetecek bir başarıya imza atmıştır. Ancak film o dönemde eleştirmenlerden olumlu yorumlar almazken; ilerleyen yıllarda ise film, bir korku klasiğine dönüşecek ve sinema eleştirmenlerince de hayırla yâd edilir hale gelecektir.

7) Christine (1983)

Advertisement

“Christine”, John Carpenter’ın eşi benzeri olmayan filmlerinden biridir. Film, Stephen King’in aynı isimli romanından sinemaya uyarlanmıştır. “Christine” öyle bir filmdir ki filmi beğenmeniz halinde kendinizi sürekli bu filmi izlerken bulabilirsiniz. Filmi güçlü kılan en önemli özelliklerinden birisi ise kesinlikle müzikleridir. Film için seçilen hem sözlü şarkılar hem de Carpenter’ın elinden çıkan melodiler filmi bambaşka bir yere taşır. Bu sayede bir kez daha görürüz ki iyi müzik seçimleri basit gibi görebileceğiniz bir korku filmine bile destansı bir hava katabilir. Özellikle “katil arabanın” ateşler içinde karanlık bir yolda Carpenter’ın nağmeleri ile ilerlediği sahne, sinema tarihine girmeyi çoktan başarmış muazzam bir sekanstır. “Christine”, bir korku klasiği olmasının yanında aynı zamanda da garip bir aşk filmi ve aynı zamanda bir arabanın sahibine duyduğu ve kimseyle paylaşmak istemediği korkutucu bir bağlılığın hikâyesidir.

6) Escape From New York (1981)

” Escape From New York “, John Carpenter ve Kurt Russell birlikteliğinin “Elvis” (1979) filminden sonraki ikinci filmidir. Bu filmin hemen ardından ikili, bu sefer de “the Thing” (1982) şaheseri için bir araya geleceklerdir. Bu filmin Carpenter ile birlikte senaryo yazarlarından biri de “Halloween” (1978) filminin efsanevi Michael Myers karakterini canlandıran Nick Castle’dır. Film, çekildiği dönem için yakın gelecek sayılabilecek 1997 yılında geçmektedir. Amerika’da artan suç oranları sebebiyle hükümet Manhattan adasını ultra güvenlikli bir açık hava hapishanesine çevirmiştir. Ülkenin azılı suçluları bu adaya bırakılmakta ve bu adadan dışarıya çıkmalarına asla izin verilmemektedir. Bir gün Amerika Birleşik Devletleri başkanının içerisinde olduğu uçağın teröristlerce heklenmesi sonucu uçak Manhattan adasına düşer. Başkan içinde bulunduğu korunaklı pod sayesinde hayatta kalır ancak sağ salim adadan çıkarılması için hükümetin bir an önce harekete geçmesi gerekmektedir. Bunun üzerine önceden özel kuvvetlerde bulunan ama şu an bir suçlu olan “Snake Plissken” suçlarının affedilmesi şartıyla başkanı kurtarmak üzere adaya gönderilir. Başkanı adadan çıkarmak ise göründüğü kadar kolay olmayacaktır.

5) Assault on Precinct 13 (1976)

“Assault on Precinct 13”, Carpenter’ın “Dark Star” (1974) filminden sonra çektiği ikinci uzun metraj filmidir. Söylediğine göre filmini, Howard Hawks imzalı “Rio Bravo” (1959) ve George A. Romero imzalı “Night of the Living Dead” (1968) filmlerinden esinlenerek oluşturmuştur. Gerçekten film, hem modern bir western havası taşımakta hem de zombi filmlerini andıran sekansları içinde barındırmaktadır. Film, acımasız bir yerel çetenin polis tarafından öldürülen üyelerinin intikamını almak amacıyla 13. polis bölgesinde bulunan bir karakola gerçekleştirdikleri silahlı baskını ele alır. Çete üyelerinin karakola düzenledikleri üstünkörü saldırılar sanki bir zombi saldırısını andırmaktadır. Çete üyeleri birer zombi gibi, ölmeyi bir saniye bile düşünmeden karakola saldırmakta ve sayıları da hiç bitmeyecekmiş gibi giderek artmaktadır. Carpenter’ın bu filmi vizyona girdiği dönemde ortaya karışık yorumlar almışken film ilerleyen yıllarda bir aksiyon kültüne dönüşecektir.

Advertisement

4) They Live (1988)

1988 yılında John Carpenter tarafından senaryosu yazılan ve ayrıca yönetilen “They Live” filmi, Ray Nelson’ın “Eight O’clock in the Morning” (1963) adlı kısa öyküsünden uyarlanmıştır. Carpenter’ın diğer büyük filmlerinde de olduğu gibi bu film de vizyona girdiği dönemde hem seyirciler hem de eleştirmenler tarafından pek beğenilmemiştir. Vizyona girdiği ilk hafta kuzey Amerika gişelerinde ilk sırada yer almasına rağmen ilerleyen haftalarda gişede arka sıralara düşecektir. Ancak akıp giden zaman, pek çok kez olduğu gibi yine Carpenter’ın yanında olacak ve “They Live” filmi zamanla bir külte dönüşecektir. Filmin verdiği mesajlar günümüzde dahi geçerliliğini koruyan ve korumaya da devam edecek güçte söylemlerdir. Filmde Nada karakterinin gözlüğü takmasıyla fark ettiği subliminal mesajlar bugün çoğumuzun görmekten kaçındığı gerçeklerdir.

3) In the Mouth of Madness (1994)

Farklılık deliliktir. Yaşadığımız dünyada hepimizin rolleri az çok bellidir. Bu tanrısal bir mesele değildir. Keşke yalnızca tek bir tanrıyla uğraşıyor olsaydık. İşimiz daha kolay olurdu. Rolüne fazlasıyla sadık, yaptığı veya düşündüğü hiçbir şeyi sorgulamayan bir topluluğun içerisinde tanrıya gerek dahi kalmaz. En basitinden etrafınıza şöyle bir bakın. Etrafımız tanrının ağzıyla konuşan, onun yerine karar veren insanlarla doludur. Bu film, Carpenter’ın kıyamet üçlemesinin son filmidir. Bu filmle birlikte kendi tarzıyla insanlığın sonunu da getirmiş olur. gerçekliğin “trend topic” olmaktan öteye gidemediği bir dünyada bizler de çıktığımız bu yolculukta, filmdeki John Trent (Trend) ve Linda Styles (Stil) karakterleri gibi delirmeye mahkumuz.

2) Halloween (1978)

Advertisement

“Halloween” filminin korku türü açısından yeri bir başkadır. Bu film, türü değiştiren ve türe gerçek anlamda yön veren filmlerden biridir. Hatta kimilerince ilk “slasher” filmi olarak bile değerlendirilir. “Halloween”, 300 bin dolar gibi o zaman için bile düşük denebilecek bir bütçeyle vizyona girip 70 milyon doların üstünde bir hasılat elde etmiştir. Bu arada, filme para aktaran bir ismi hepimiz çok yakından tanıyoruz. Bu isim, ülkemizde bir zamanlar ramazan aylarının vazgeçilmez filmi olan “the Message” (Çağrı) ile yine çok sevilen ve bence de çok kaliteli bir film olan “Lion of the Desert” (Çöl Aslanı Ömer Muhtar) gibi filmlerin yönetmeni Mustafa Akkad’ın ta kendisidir. “Halloween”, bu finansal başarısıyla hem yapımcısı Akkad’a hem de Carpenter’a önemli miktarda para kazandırmıştır. Ayrıca, 1999 yılında vizyona girecek ve benim en sevdiğim korku filmlerinden biri olan “the Blair Witch Project” filmine kadar da en çok kar eden bağımsız film olma unvanını bir süreliğine elinde bulundurmuştur.

1) The Thing (1982)

John Carpenter’ın unutulmaz korku klasiği… Zamanının çok ötesinde bir film… Değeri yıllandıkça anlaşılmış ve korku klasiklerinin arasına girmeyi başarmıştır. Filmin günümüzde bu denli çok sevilmesinin sebebi pek çok açıdan tartışılabilir. Günümüzde sırtını tamamen bilgisayar efektlerine dayamış yapay ve renksiz korku filmlerinin yanında yaklaşık kırk sene önceki teknolojiyle çekilmiş olan bu film halen gecenin karanlığında bir yıldız gibi parlamaktadır. O gün sadece 22 yaşında olan Rob Bottin tarafından tasarlanan makyaj ve canavar görüntüleri bugün için bile çok ileri bir seviyededir. Herhangi bir yapay efekte ihtiyaç duymadan yaratılan atmosfer, ayakta alkışlanacak cinstendir. O yüzden filmin başarısında görüntü, makyaj ve sanat ekibinin çok büyük payı vardır. Tabi bunların yanında film, anlattığı konu açısından da size sınırsız bir gerilim sunmaktadır. İnsanları taklit eden bir uzaylı formunun bir grup bilim adamını ne hale getirdiğini gördükçe sizler de yerinizde duramazsınız. Özellikle kan testinin yapıldığı sahne, sinema tarihinin hala en iyi sahnelerinden biridir. Ve elbette ki, unutulmaz efsane Ennio Morricone’ye ait müzik notalarının da filme kattığı değer tartışılmazdır.

Advertisement

Köşe Yazıları

Shazam Tanrıların Öfkesi Yorumları Shazam Fury Of The Gods İnceleme

Published

on

Behzat C Banner

Spoilersız Shazam Fury Of The Gods Yorumları

Son dönemde izlediğim Marvel + DC sinematik evreninden devam eden serilerin yeni filmleri (Ant-Man ve Wasp : Quantumania) ya da yeni süper kahraman filmleri (Black Adam) beni biraz hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Özellikle devam filmlerinde ilk filmin ya da ilk filmlerin tadını çok alamadığımızı söyleyebilirim.

Black Adam’da insanları kurtaracağız derken şehri darmadağın etmeleri ve hataları ya da Ant-Man 3’deki yaşadığım hayal kırıklıkları Shazam Tanrıların Öfkesi filmine giderken benzer bir durumla karşılaşıp karşılaşmayacağımı düşündürdü. Biraz korkarak gittim.

Shazam Tanrıların Öfkesi Eğlenceli

En sonda söyleyeceğimi başta söylemem gerekirse Shazam serisinin ikinci filmi de tıpkı ilkinde olduğu gibi beni eğlendirdi. Filmin başından sonuna farklı süper kahramanlara farklı filmlere yapılan göndermeler çok yerinde ve komikti. Bunun dışında ilk filmin aksine hikayenin artık bu döneminde kahramanlarımız süper güçlerini keşfetmiyorlar çünkü onu birinci filmde tamamlamışlardı. Bu filmde ise süper güçlerini kullanarak şehri tehlikelerden korumaya çalışıyorlar tabi bunu beceriksizce yaptıkları için de çeşitli alaycı ifadelere maruz kalıyorlar.

Shazam Tanrıların Öfkesi Filminin Yeni Karakterleri Nasıl?

Yeni filmde dahil olan yeni karakterler dikkat çekici özellikle Lucy Liu bu filmde bence inanılmaz derecede genç görünüyordu bilgisayar efektiyle mi yoksa çeşitli tıbbi operasyonlarla mı bilemiyorum ama gençleşmiş vaziyetteydi ve fragmanda da görmüşsünüzdür onun ejderha üzerinde uçtuğu bir sahnede Shazam ona Kkalesi diye hitap ederek orada da güzel bir espri patlattı.

Advertisement

Shazam Tanrıların Öfkesi’nde Sürpriz Sahne Var mı?

Shazam Tanrıların Öfkesi Filmini IMAX Salonunda İzledim

Shazam Tanrıların Öfkesi filminde iki tane after credits sahnesi var ve bu iki sahneden ilki bence çok çok önemli ama bunun dışında finalde ise acayip bir “Süper Kahraman” süprizi ile karşılaşıyoruz. DC evreninden güzel bir süper kahraman konuk olarak finalde yer alıyor.

Shazam Tanrıların Öfkesi İçin Son Söz

Tıpkı filmdeki kahramanlarımız gibi çocukluktan ergenliğe geçmiş olan genç kitlenin seveceği tarzda bir süper kahraman serisi olan Shazam’i ben de  bu tarz ergen filmlerini halen çok çok sevdiğim için keyif alarak izledim. Moralimizin alt üst olduğu kalbimizin halen sorunlar yaşayan vatandaşlarımız için attığı şu günlerde sadece 130 dakika için moral motivasyonumuzu değiştirecek ideal bir yapım olduğunu düşünüyorum.

Hafta sonu size de şimdiden iyi seyirler diliyorum

Tolga Yigit

Advertisement
Continue Reading

Köşe Yazıları

65 Milyon Yıl Önceye Gidiyoruz! 65 Filmi Nasıldı?

Bu Cuma vizyona girecek olan 65 filmini sizler için izledik ve yorumladık. Dilerseniz nasıl olduğuna hep birlikte bakalım.

Published

on

Behzat C Banner

Bir insanın zaman makinesi olsa, geçmişte yaptıkları pişmanlıklarını düzeltmek harici gideceği ilk yerlerden birisi Dinozorları görmek olacaktır. Peki sizin zaman makineniz olmadığına göre (yada olup bize söylemediğinize göre) sizler için Adam Driver 65 Milyon yıl önceki dünyaya gitti. Hem de zaman makinesi olmadan! Peki başına neler geldi?

Film Nasıldı?

Filmde 2 başrol karakterimiz var. Birisi çok sevilen (arkadaşlarım arasında ‘Çin malı Keanu Reeves’ lafı geçen) Adam Driver. Marriage Story filmi ile hepimizin alkışını kazanan Adam Driver oyunculuk konusunda da bu filmde hiçbir sıkıntı çekmemiş. Hatta öyle ki performansı kesinlikle bir alkışı hak ediyor. Diğer başrolümüz ise Ariana Greenblatt. Henüz daha 16 yaşında olan Ariana Greenblatt daha öncesinde Avengers Infinity War filminde Gamora karakterinin küçüklüğünü canlandırmıştı. Bu filmde ise karakterini harika canlandırmış. Bu ikili arasındaki uyum beni Logan filmine götürdü diyebilirim.

65 Filmi

Peki oyunculukları beğendiğimize göre bir diğer bayıldığımız unsura gelelim. Efektler. Özellikle açılış sahnesi ve tabii ki ilerleyen dakikalardaki patlama ve dinozor efektleri gerçekten çok başarılıydı. Son dönemde efekt yapma işi kolaylaşmasına rağmen filmlerin efektleri aşağı doğru gitse de 65 filmi kesinlikle bundan etkilenmemiş.

Süre kullanımına ayrı bir parantez açmam gerekiyor. Filmi ilk duyduğumda 1 saat 30 dakika gibi bir süre görmek beni şaşırttı ancak bu süreyi gayet verimli kullandıklarını düşünüyorum.

AMA

Filmin bazı kesin ve net kurgu hataları var. Örneğin filmin açılış sahnesi ile ilgili bir olay için, filmin ortalarında bir gelişme yaşanıyor ancak siz bunu çok fazla anlayamıyorsunuz. Filmin sonuna geldiğinizde ise ‘Ee bu yaşandıysa Ne zaman oldu? Bana niye böyle verdiler?’ gibi üzücü cümleler kurarak filmden ayrılıyorsunuz.

Advertisement

Ayrıca film ilerlerken size göstere göstere ‘Şuraya bağlayacağız’ diyorlar. Bu fikir benim hoşuma gitti ancak bu süreçte yaşanan klişeler biraz da olsa gözüme battı. Büyük resme baktığımda bağladıkları yer güzel ancak küçük parçalarla klişeye sürüklemesi kötü.

65 Filmi

Söylemeden geçemeyeceğim bir de filmin başından ortasına kadar sürekli gelen bir Jumpscare sahneleri olması bir aksiyon filmi için rahatsız edici bir unsur. Belki 3-4 tanesi göz ardı edilebilir ancak bu filmde çokça bulunuyor.

Filmi İzlemeli Miyim?

Günümüz şartlarında bir sinema biletine 70-150 lira arasında para vermeyi dışarıda bırakarak konuşacağım. Aksi takdirde hiçbir filme gitmemeliyiz diye yorumlamak durumunda kalırım 🙂 65 Filmine gitmenizi öneririm, 1 saat 30 dakikalık süresini gayet güzel kullanan, çerezlik bir aksiyon filmi. 10 Mart Cuma günü Vizyonda! Şimdiden iyi seyirler.

Continue Reading

Köşe Yazıları

65 Filmi Yorumları

Published

on

Behzat C Banner

Sessiz Bir Yer A Quiet Place filminin senaristlerinden Bryan Woods ve Scott Beck’in hem senaryosunu yazıp hem de yönettikleri 65 filmi iki başrol iki de yan roldeki toplam dört oyuncusu ve eftekleri ile dikkat çekiyor.

65 Filmi Nasıl Bir Film?

Soruya en kestirme cevabı şu şekilde vermek mümkün Sessiz Bir Yer ve Jurassic Park filmlerinin temel unsurlarını barındıran bir yapımla karşı karşıyayız. Ayrıca STAR WARS serisinde de rol alan Adam Driver ve filmin gezegenler arası bir seyahatte geçmesi de hem pilotu olduğu gemi hem imajı hem de kullandığı teknolojik silah ve ekipmanları görünce STAR WARS esinlenmeleri de görüyorsunuz.

Tabi yukarıdaki paragraf size 3 film serisinden karma bir yapım izleyeceğiniz hissiyatını uyandırmasın. O filmlerden sadece temel unsurlar var.

65 Film İnceleme

İzlediğimiz filmde başka filmlerden benzerlikler görmemiz eğer sahneler tümüyle kopyalanmamışsa çok yadırganacak bir şey değil. Ama bu benzerlikler dışında kalan her şeyin üst düzeyde olması gerekir. Bu sayede benzerlikler olsa da film kendi özgün yorumunu yansıttığı kısımlarla izlenir bir yapım olur.

Peki bu filmde Sessiz Bir Yer ve Jurassic Park unsurlarının dışında kayda değer bir şeyler var mı? diye sorarsanız cevabım : “Pek bir şey yok” olacak.

Advertisement

65 Filmi yaklaşık bir buçuk saatlik süresi ile uzun olmayan bir yapım. Ve filmin ilk saati merak uyandıran bir akış ile ilerliyor. Ancak bu ilk saatte kullanılan Jump scare sahnelerinin sayısını azaltıp aksiyonu etkili kılabilselerdi daha iyi olurdu.

Son yarım saatte ise bu tarz filmlerde olan her şey bir matematikle sizi şaşırtmadan sırasıyla yer alıyor.

65 Filmi Sessiz Bir Yer filmindeki kadar sessiz kalınan bir film değil ancak başroldeki iki karakterimiz hem kendi aralarındaki bir durumdan (spoiler olmasın diye yazmıyorum) çok konuşmuyor hem de dünyamızın 65 milyon yıl önceki dönemindeki yırtıcıların kendilerini duymaması gerektiği için diyaloğu az bir film izliyoruz.

65 Filmi Son Söz

65 Filmi Sessiz Bir Yer filmlerini sevenler ve bu filmlerin içinde T-Rex ile arkadaşlarını görmek isteyenler için boş vakitte izlenebilecek bir yapım. Adam Driver’ı da STAR WARS vari ekipmanlarla Survive ederken izlemek isteyebilirsiniz.

İyi Seyirler

Tolga Yigit

Advertisement

Continue Reading

Popüler